BENİM KIZLARIM PRENSES

 

Ayşe, Zeynep ve Ayten 3 kız kardeşti. Güneydeki evlerinde güzel bir bahar ayı sabah kuş sesleri ile ailece kahvaltı ediyorlardı. Kızlar üniversiteden ara tatile gelmişlerdi. Herkes evde olunca evde bir bayram havası olurdu. Bu mevsimde yeni açan portakal çiçeklerinin kokusuyla herkesin keyfi çok yerindeydi.  Kızların babaları Sadık Bey’in yüzünde hep o muzip gülümsemesi olurdu. Kızlarını bir arada görünce yine coşmuş, espri üzerine espri patlatıyordu. Karısı Şenay’da “Ah Sadık kızlarını gördün yine coştun.” diyerek eşine takılıyordu…Sadık, bir bankada iyi bir pozisyonda çalışıyordu ve dönemin şartlarına göre oldukça dolgun bir maaş alıyordu. Çocuklarının hepsi üniversiteye gidiyordu. Güngör ailesinin hayatı, bolluk içinde geçiyordu, canları ne isterse hemen alıyorlardı. Sadık Bey, kızlarının elini soğuk sudan sıcak suya sokturmak istemezdi. Öyle ki anneleri iş yaptıracak olsa “Hanım, bırak kızları, benim kızlarım prenses.” diyordu…Şenay da bu duruma pek ses çıkarmazdı…

Bir gün Sadık 50’li yaşların başındayken, aniden rahatsızlandı ve Şenay onu yatakta sere serpe yatarken buldu. Feryat figan, sonrasında hastanede Sadık’ın vefat ettiği anlaşıldı…O günden sonra 3 kız ve Şenay için hayat eskisi gibi olmadı…Eski neşeli günlerinden eser kalmamıştı. Kızlar babasının ölümü ile sarsılmıştı. Anneleri de değil kızlarla ile ilgilenmek; kendisi zor ayakta duruyordu. Onca yıl yaşadıkları bolluk döneminden sonra hem madden hem de manen ailece çok zor bir dönemden geçiyorlardı. Bu duruma alışmakta epey zorlanıyorlardı, hatta alışmak istemiyorlardı. Onca yıl yaşadıkları bolluktan sonra bu sıkışıklık onlar için çok zordu. Hayatta bolluk olduğu gibi, kıtlık olduğunu bir türlü kabul edemiyorlardı.

Yıllar yılları kovaladı, kızlar yaşadıkları üzüntüden bir türlü çıkamıyorlardı, hatta bu üzüntüden beslenmeye bile başlamışlardı. Yaşadıkları konforlu hayatın özlemini duyuyorlardı fakat istemeseler de eski şatafatlı hayatlarından fersah fersah uzaklaştılar. Dışardan kızların kıyafetlerine bakanlar hala onların bolluk içinde olduğunu düşünürdü, ama ne yazık ki yeri geldiğinde faturayı bile ödeyemedikleri oluyordu. Kendilerinin hayatını hep başka hayatlarla kıyaslıyorlardı, fakat bu kıyas hep daha iyi imkanları olanlarla yapılıyordu. Hiç kendilerinden daha kötü şartlarda olana bakmıyorlardı. Nazan teyzeleri idealist ve azimli bir öğretmendi. Kızların bu haline çok üzülüyordu ve kızların evde oturup çalışmamalarına içerliyordu. Eve her geldiğinde kızlar için yeni bir iş fırsatıyla gelirdi.

“Zeynep, kızım yeni açılan sanat galerisinde çini sanatçısı arıyorlarmış. Bir girsen sonra bakarsın ilerde kendi dükkanını açarsın yavrum, ne dersin?” 

“Teyzeciğim söylediğin o maaşla ben kendime ayakkabı bile alamam, bunlar sanatçı değil köle arıyorlar”

Ayşe, Zeynep ve Ayten önüne gelen her fırsatı bir bahane ile geri çeviriyorlardı. Genelde bunun da sebebi maaşın düşüklüğüydü ama kızlar da babalarından kalan maaşla en lüks ayakkabıları, kıyafetleri almak istiyorlardı. Bir maaşı bazen tek bir kıyafete harcadıkları oluyordu. Kızlar yıllar içinde çalışmayarak eğitimini aldıkları alanda, iyice marifetsizleşmişlerdi. Kendilerine gelen talipleri de maddi olarak yeterli bulmayıp geri çevirmişlerdi.

Birgün Zeynep, babasından aldığı maaşla üniversiteyi okuduğu şehre tatile gitti ve eski sınıf arkadaşı Leyla ile karşılaştı. Leyla kendisine bir çini dükkânı açmış, anlaşılan işleri iyice büyütmüştü. Dükkanında, iki çocuğu ile çok mutlu görünüyordu. Leyla, Zeynep’in bu zamana kadar çalışmadığını duyunca çok üzüldü ve “Zeynepciğim sen çok yetenekli bir kızsın neden böyle oldu?” deyince Zeynep’in gözleri doldu… “Ah Leylacığım bu şirketler çalışan değil köle arıyorlar.”  “Zeynepciğim ben de üç yıl boyunca asgari ücretten düşük çalıştım ama sonra deneyim kazanıp kendi dükkanımı açtım.” deyince; Zeynep’in suratı düştü ve uzunca bir süre sessizlik oldu…

İnsan hayatta doğru zamanda, doğru bedelleri ödemeyince, sahip olduğu marifetler de ondan alınıyordu. İnsandan beklenen, hayatta hangi durumla karşılaşırsa karşılaşsın öncelikle durumu kabul edip, yoluna devam etmekti. Üç kız kardeş, kabullenemedikleri hayatın ve ödemek istemedikleri bedellerin acısını yaşıyorlardı.

 

 

Deneyimsel Tasarım Öğretisi, gerçeklikle beslenen bir strateji ilmidir.

Deneyimsel Tasarım Öğretisi; insanın gerçek amacını amaç edinmiştir…

Kim Kimdir ile başlayan, İlişkilerde Ustalık ve Başarı Psikolojisi ile devam eden programları; insanların kendi dünlerine göre daha mutlu ve daha başarılı olmalarına katkı sağlar.

"İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğundan beri, 

En büyük dostu ve düşmanı hiç değişmedi. 

Aynadaki kişi...

Tek başına neler yapabileceğini keşfet!" 

Yahya Hamurcu

Yorumlar

  1. Kabullenmenin önemini hayatımızdaki kilit noktası olduğunu anlatan çok güzwl bir yazı olmuş.Kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil
  2. İnsan doğru zamanda doğru bedelleri ödemeyince sahip oldukları da elinden alınıyordu :(

    Ne güzel bir anlatım ellerimize sağlık 🌷

    YanıtlaSil
  3. Ödemen gerekenin bedeli başkasını odem3sine asla izin vermez hayat. Kaleminize sağlık

    YanıtlaSil
  4. Kabul et ve devam et 🌸

    YanıtlaSil
  5. Kabul etmeyen yol alamıyor… Kabul zor ama insanı ilerleten birşey…

    YanıtlaSil
  6. Prenses kızlar yetmedi birde prenses erkeklerle doldu etraf.. heryerde beceriksiz kızlar ve erkekler var anlıyoruz ki bunun ilk sorumlusu anne babalar. Çocukları şımartmak onlara zarar veriyor.

    YanıtlaSil
  7. Çok güzel anlatılmış. Ellerinize sağlık 🌸

    YanıtlaSil
  8. Kabul etmek zor ama edince sonrası kolay.🌻

    YanıtlaSil
  9. Efendiliğe giden yol, kölelik dediğimiz bedelden geçiyor.

    YanıtlaSil
  10. Önce kabul etmek gerekiyor

    YanıtlaSil
  11. Elinize sağlık 🌷 çok güzel bir yazı olmuş

    YanıtlaSil
  12. Anlattığınız öyküler ne kadar da birbirleriyle tutarlı… :)
    Başka bir yazınızda Mehmetin öyküsünde olduğu gibi, oda kızına hiç kıyamıyordu… ne mutlu ki o erkenden fark edebildi de çocuğunu yetiştirmeye zamanı oldu…

    YanıtlaSil
  13. Bedel çok önemli, çocuklarımızı bedel ödeterek yetiştirmeliyiz.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder